Bir Sempozyumun Ardından

Cumartesi sabahı saat sekizde Anadolu Hisarı’ndan çıkıp iki vasıta değiştirerek on buçuk gibi Bağcılar Belediyesi tarafından düzenlenen Hz. Pir Şaban-ı Veli Sempozyumu’na vardım. Daha önceki yıllarda Kastamonu’da Hz. Pir sempozyumuna katılmış, bir de üniversitedeki etkinliğe bizzat bu sempozyumda da tebliğiyle yer alan hocam Mustafa Tatcı vesilesiyle konuşmacı olarak dahil olmuştum. Bağcılar’ın Hz. Pir ile ilgisi ne olabilir acaba diye merak ederken meğer Belediye Başkanı Abdullah Özdemir Kastamonulu imiş.

Kendini “Hz. Pir’in torunuyuz” diyerek tanıtan bir başkanın elbette böyle bir etkinlik düzenlemesi son derece olumluydu. Gönül bu sempozyumların alana göre derinleştirilerek devam etmesini ister. Mesela bu sempozyumda iki tebliğle sınırlı olan bir meşk ve ilahiler konusu başlı başına başka bir sempozyumda değerendirilebilirse alan giderek genişler ve literatüre yeni katkılar gelir. Hatta devamlılık ve odaklanma sağlanabilirse belli alanlarda okullaşma mümkün olur. Elbet bir belediyenin kültür okulundan mezunlar vermesi ise herkes için bir övünç kaynağıdır.

 

 

Sempozyuma gelince…

Daha ilk oturumda Semih Ceyhan ve Ercan Alkan hocaların tebliğlerinden yararlandığımı ve yeni bilgiler öğrendiğimi belirtmeliyim. Muhammed Bedirhan kardeşimle ise 15 yıldan daha uzun bir zaman öncesinde tasavvuf sohbetleri ederdik, onca yıl sonra onunla karşılaşıp tebliğini dinlemek güzeldi, doçent olmuş. Gülten Küçükbasmacı hocayla da Tatcı hocamın öğrencisi olması ve birlikte değerli eserlerin hazırlanmasına vesile oldukları için kendilerinden yıllardır yeni şeyler öğrenirim. Cevdet Yakupoğlu hocanın tebliği de beni tarih ile manevi dünyayı bir arada tefekkür etmeye teşvik etti.

Gelgelelim isim zikretmemek şartıyla -çünkü şahsi değil, tamamen içerikle ilgili- bazı tanıklıklarımı kayda geçirme ihtiyacı duyuyorum.

Mustafa Tatcı hocamın her bir eserini farklı nüshalarından okuyup çalışarak hazırladığı Yunus Emre, Niyazi Mısri, Akşemseddin gibi evliyaullahın külliyatlarını yayına hazırlayanlardan biri olarak ve Şabaniyye, Bayramiyye, Üsküdar Erenleri, Elmalı Erenleri gibi daha nice külliyatı yayınlayan bir editör-yazar olarak şu izlenimlerimi paylaşmalıyım.

Öncelikle sempozyumların genel çerçevesiyle ilgili olarak, en büyük sitemim konuşmacılara olacaktır. Konuşmasını bitiren çekip gitti. Ulemanın başkasına tahammülü olmadığı gibi bilgiye de ihtiyacı yok. Evet hiç sözü kibar söylemeye gerek yok. Dahası, konuşması öğleden sonra olan da yine o vakitte teşrif ediyor. Sempozyumun bütünü ise ne organize edenin ne konuşmacının ne de kültür sorumlularının umurunda! Düzenleyen dahi ortada yok. Listede adı olanların konunun farkında olmadığı kesin. Hz. Pir anılıyor…Kimse kim olduğunu bilmiyor!

Toplumda hoca olarak belli sorumluluğu olan kişilerin katıldıkları sempozyuma, organize ettikleri işlere hürmeti yoksa, benim gibi sabahın köründe üç beş vasıta değiştirirek uzun uğraşlar sonucu gelen izleyicilere ne gerek vardı? Bütün konuşmalar bir kitapta toplanıp yayınlanacaksa buraya kadar gelmemizin artı bir anlamı olması gerekmez miydi?

Yüz yüze gelemeyen, birbirini dinleme gereği duymayan, birbirinden öğrenecek bir şeyi olmadığını düşünen konuşmacılar eğer evrensel değerlerin harmanlandığı akademik birikime anlam üretmekle ve yeni bilgilerin kaynağı olmakla hiç dertlenmiyorsa… Farklı tecrübeleri ve fikirleri birbiriyle buluşturmakla hiç ilgilenmiyorsa… Ele aldıkları konuda işin ehlini araştırmadan “eski tebliğlerini!” evet beş on sene önce yazdıklarını biraz rötüş yapıp kopyalayarak akademik puan elde etmekle yetiniyorlarsa… Kimse kusura bakmasın bize aktarılan bilgiler ölü nesne olmaktan öteye gidemiyor, canlı söze hiç dönüşemiyor.

Yıllardır şerhini dinlediğim, şiirlerini yayına hazırlarken defalarca derslerine katıldığım, tefekkür edip farklı anlamlar vermeye çalıştığım bir velinin nutk-ı şerifini okuyan akademisyenin ise iki dizenin dahi anlamına vakıf olmadığını, okumayı beceremediğini gördüğümde ise bunca zahmete neden katlanıp buralara dek geldiğimi sorguladım.

Gerek bizlerin gerek konuşmacıların dimağını bir bütünün yapı taşları olarak açacak yeni fikirler çıkması kimsenin derdi değil midir? Kendi yazdığını tekrarlayarak, diğerlerinin ne dediğini merak etmeyerek kazanılan akademik puanlar ile genç nesillere hangi nefes üflenecek? Öğrencilerin hangi birikimin ve tecrübenin ışığında zevk-i selim sahibi olması beklenecek? Konuşmacıları da dinleyicileri de yükseltecek olan yapıcı tartışmalar, faydalı paylaşımlar, kalpten kalbe geçecek olan bilgilerin yaşantı kültürümüze katkısı… Bunların hiçbir anlamı kalmadı mı?

Bazı tebliğlerde ise hiçbir emek ve çaba harcamadan dipnotlarına kadar kopyalanıp aktarılan bilgileri işitmek beni hayal kırıklığına uğrattı. Zira Şabaniyye külliyatımızı yayına hazırlarken ezberlediğim bir terkibin neredeyse bire bir aktarılmış olduğunu dinlerken fark ettim. Ben bu cümleleri biliyorum dedim! Durum böyle olunca sempozyumun bilim kurulu ne yaptı  acaba, öyle ya bilim kturulu bilenlerden oluştuğuna göre diye sormak hakkımız olmuyor mu?

Yıllardır olan bu maalesef. Akademik körlerle akademik sağırlar birbirini ağırlıyor.

Konuşmacılar anlattıkları mevzu hakkında yayınlanmış diğer eserleri gözden geçirme ihtiyacı duymadığında ya açığa düştüklerini fark edemiyorlar. Ya da kendilerini tekrar ettiklerini algılayamaz hale geliyorlar. Kendi yazdıklarını kendi okuyan akademya ile nereye kadar?

Kütüphaneye girmeyen ve yeni konular peşinde koşmayan akademya ile nereye gidebiliriz?

Tatcı hocanın beyanına göre Kütüphanelerimizde dev bir Şabaniyye külliyatı mevcut…İnsan bu külliyatın bir ucundan tutmaz mı… Neşredimiş bir eserden çalıp çırpıp kopyalacağına yeni bir konunun peşine düşsen olmaz mı?

Dönelim sempozyuma. Değerlendirmeyi yapacak olan konuşmacılar dışında sempozyumun sonuna kadar kaç akademisyen salonda kaldı diye sormayayım. Bu durumda bizim gibi tam zamanlı katılımcıların değerlendirmesine muhtaç kalmak da artık işin cümbüşüdür. Nitekim Tatcı hocamın değerlendirme bölümünde zikrettiği önerilerinden mülhem -sadece bu sempozyumla ilgili değil, genelleştirerek- şunları ekleme ihtiyacındayım:

Belediyelerin kültür sorumluları olarak panelistleri çağırıp konuşmalarını kitaplaştırmakla işiniz bitiyorsa kimin ne anlattığına dair bir fikriniz yoksa… Salon doldurarak, onları otellerde ağırlayarak harcadığınız paralarla “etkinlik yaptık ya daha ne olsun” demekle yetiniyorsanız… Değerlendirme vakti geldiğinde konuşmacıların önerilerini dinleyemeyecek kadar yoğun işleriniz varsa… Kültürün yaşantıya dönüşmesi için birer yetkili olarak insanlığın evrensel değerler havuzuna bize has herhangi bir değer katacak kadar geniş ufka sahip değilseniz…

 

 

Bir cümle de değerlendirme oturumunda başkanlık yapan arkadaşa söylemek durumundayım…

Arkanızdan atlı mı koşturuyordu sayın başkan. Onca emeği iyice bir değerlendirsek, kimin ne dediğini sorgulasak, biraz da biz dinleyiceler katkıda bulunsak olmaz mıydı?

Söylenmedik cümleler kaldıysa bu kadar emeğe yazık değil mi?

Sonuç olarak memleketin ve insanlığın faydasına olabilecek buluşmaları düzenleme konusunda bir çalışmanız yoksa… Yepyeni, çığır açıcı bilgileri dönüştürecek ehil kişileri araştırıp bulma ve onlardan yararlanma konusunda hevesli değilseniz… Kendi küçük dünyanızda sadece gerektiği kadarını yapıp, mesai bitince çekip gidiyorsanız… Düşünce ve eylem tembeliyseniz…

Oturduğunuz koltukları hak etmediğiniz gibi hiç bilmediğiniz kişilerin hakkına da girmektesiniz. Daha kaç kuşak “neden kültür sanatta sınıfta kalıyoruz” şablonuyla oyalanıp duracak!  Reis-i Cumhurun “kültür ve eğitimde sınıfta kaldık sözünün mücessem tatbikini bu sempozyumda da görmüş olduk.

 

Fatma L. Kaplanoğlu

This entry was posted in Genel. Bookmark the permalink.

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir